Avustralya’da Kurumsal Hayat Part I

Biliyorsunuz, Melbourne’a taşınmadan önce mutlaka şu işi yapmak istiyorum ya da kendi işim dışında başka bir şey yapmak istemiyorum gibi düşüncelerim yoktu. Sadece daha önce deneyimlemediğim şeyleri denemek istiyordum. Hayatta daha önce seçmediğim yollardan geçmeyi çok istiyor ve neler hissedeceğimi çok merak ediyordum.

Doğduğun coğrafyayı seçememek

1988 yılının Eylül ayında Kağıthane Devlet Hastanesi’nde gözlerimi dünyaya açmak benim seçimim değildi. Aynı yıl, aynı gün, aynı saatte San Francisco General Hospital’da gözlerini dünyaya açan Anna da olabilirdim ama değildim. Doğduğunuz coğrafyayı seçmek ister miydiniz? Ben isterdim.

Çünkü bir tek coğrafyanın kader olduğuna inanıyorum.

Doğduğum şehir benim seçimim değildi ama yaşamak istediğim şehri kendim seçecek yaşa gelmiştim. 2009 yılında Londra’dan İstanbul’a döndüğümde yaşamak istemediğim yeri de biliyordum.

28 yaşına kadar yaptığım seçimler

Şans denilen şeye gerçekten inanıyor musunuz? Ben bana “Çok şanslısın” diyenlere “Şansa inanmıyorum, yaptığım seçimlerin sonucunu yaşıyorum” diyorum. Mesela 28 yaşına kadar bi cafede bi restoranda çalışmamış olmam şans mı, şanssızlık mı? Eğer böyle bir deneyimim olsaydı burada daha kolay iş bulabilirdim belki. O zaman şanslı mı olurdum? Ya da Istanbul’da böyle bir işte çalışmak zorunda kalsaydım şanssız mı olurdum?

İçinde yaşadığımız coğrafya, etrafımıza bakıp “Benim de bunu yapmam lazım” karşılaştırması, yapamadığında kendini eksik hissetme ya da yaptığında kendini üstün hissetme, dayatılan kurallar; iyi eğitim al, iyi bir üniversiteyi ve hatta iyi bir bölümü kazan, zamanında mezun ol, hemen işe gir, çalış çalış çalış çalış, para biriktir, evlen, düğün yap, ev al, araba al, çocuk yap, sonra ikinci sonra…

İnsan tabii bu düzenin saçmalığının farkına öyle hemen varamıyor. Vardığında ise değiştirme cesaretini bulamıyor. Diyelim ki buldu o zaman da cesur oluveriyor.

28 yaşına kadar başıma gelen şeylerin bir kısmı benim seçimlerim, bir kısmı karmama ait, bir kısmı ise aileme ait. Tabii her şeyin birbirine güçlü bir enerji ile bağlı olduğunu söylememe gerek yok.

Tüm bunları neden anlatıyorum?

Çünkü Melbourne’a taşınarak sanki ikinci bir hayata merhaba demiş gibi hissediyorum. Düzenin, kendimin, ortamın, sahip olduklarımın ve gücümün farkındayım. 28 yaşına kadar yaşadığım deneyimlerden güç buluyorum. Neden bilmiyorum içimdeki yapabilme/gerçekleştirebilme gücünün o kadar farkındayım ki daha önce deneyimlemediğim ne varsa bir de o yoldan gitmek istiyorum.

Hiç yapmadığım şeyleri denemek ve o şeyi yaparken ne hissettiğimi öğrenmek istiyorum. Mesela hayatımda hiç müzik enstrümanı çalmadım. Piyano çalan insanları görünce içim coşkuyla doluyor. Hemen sonra aklıma lisedeki müzik öğretmenimin “Flüt bile çalamıyorsun, bu kadar basit bir müzik aletini nasıl çalamazsın” dediği an geliyor. Bilinçaltım o cümleyi “Sen müzikten anlamazsın” diyerek kodlamış olacak ki ben flüt bile çalamadım.

Fakat burada kendimi ikinci bir hayata başlamış gibi hissederken bilinçaltıma kodlanan o “yapamazsın” hikayelerini bulmak ve o kodları değiştirmek istiyorum. Bi cafede çalışmak mesela. Hiç deneyimlemediğim bir işti. Burada deneyimledim ve kendimi bir film sahnesinde gibi hissettim hep. Çünkü neden? Filmlerde hep bi cafede/restoranda çalışan minnoş bir kız vardır :)

Burada deneyimlemeyi istediğim daha çok şey var ama onlardan biri de buradaki ofis çalışma kültürünü deneyimlemekti. Bunu istememin arkasında muhtemelen egom var. Arkadan sürekli bana “Ne yani, şimdi kendi işini yapmayı hiç denemeyecek misin?” deyip duruyordu.

Murphy demiş ki “Ne zaman bir şeyden vazgeçerseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.”

Bundan yaklaşık 3 ay önce karşıma bir iş fırsatı çıktı ve 2 gün sonrasına  görüşmeye çağrıldım. Avustralya’daki ilk yüzyüze iş görüşmemi daha önceki yazılarımı okuyanlar hatırlayacaktır. O görüşmenin üzerinden uzun bir zaman geçmişti ve olumsuz sonuçlanmıştı. Yaşadığım o deneyimden sonra ikinci kez iş görüşmesine gidecektim. Oldukça heyecanlıydım. Bir gün öncesinden her zaman yaptığım gibi şirketle ilgili araştırmalar yapıp, karşılaşabileceğim mülakat sorularına çalışmıştım. Mülakat günü adresi bulamazsam diye Cemal bana eşlik etti :) Böylelikle kaybolma riskini de ortadan kaldırmıştık. Görüşme saatinden 15 dakika önce bana verilen adreste oldum. Sağolsunlar beni hiç bekletmeden görüşmeye aldılar. Görüşmem şirketin CEO’su ileydi ve ben nedense heyecanımı kapının ardında bırakmış gibiydim.

İş görüşmesi sohbetle başladı. Melbourne’a ne zaman geldik, neden geldik, uzun vadede ne yapmak istiyoruz, bu zamana kadar neler yaptım vs. Görüşme bu tarzda bir sohbetle başlayınca ben daha da rahatladım. Kendimi inanılmaz enerjik hissediyor sürekli gülümseyerek konuşuyordum. Sanırım içinde bulunduğum enerji CEO’ya da geçmişti çünkü adam sürekli gülümsüyordu.

Sonra daha önce yaptığım işlerden konuştuk biraz. Biraz da onların beklentilerinden fakat hiç öyle klasik “Kendini 5 yıl sonra nerede görüyorsun?” soruları sorulmadı. Gerçi belki de adam bu soru için doğru kişi olmadığımı düşünmüştür, kim bilir. Buarada 3,5 ay boyunca cafede çalıştığımı hatta o gün cafeden izin alıp iş görüşmesine geldiğimi falan da anlattım. Avustralya’da en sevdiğim şeylerden biri bu. Ofis deneyimi olan biri gidip cafede çalışabiliyor, cafedeki biri gelip ofiste çalışabiliyor… Herkes her şeyi deneyebiliyor. Önyargı yok, neden sormak yok…

CEO, İngilizcen gayet iyi ama telefonla aran nasıl diye sordu. Görüşme esnasında sizi anlamadığımı düşündüğünüz bir kısım oldu mu diyerek soruya soruyla yanıt verdim. Hayır, dedi. O zaman telefonda konuşacağım kişileri de anlarım dedim. Bu özgüven nereden geliyordu hiçbir fikrim yoktu :).

Görüşmenin sonunda işe ne zaman başlayabilirsin diye sordu. Ben de bu bir iş teklifi mi diye sordum :) O da evet dedi. O zaman Pazartesi günü işe başlayabilirim dedim. Görüşmeyi yaptığımız gün Perşembe’ydi. Richard’a bana bu fırsatı verdiği için teşekkür edip onu hayal kırıklığına uğratmayacağımı söyleyerek ofisten ayrıldım.

Görüşme sanırım 20 dakika falan sürdü. Dışarı çıkıp Cemal’e “Pazartesi günü işe başlıyorum” derken ağzımdan çıkana ben bile şaşırmıştım :) Hayatımızdaki tüm yenilikleri küçük büyük demeden kutlamaktan çok keyif alıyoruz. O akşam tabii ki bu gelişmeyi de kutladık :)

Bir şeyi çok istersin ama olmaz çünkü mutlaka bir sebebi vardır. O an o sebebi göremezsin belki ama gerçekleşmeyene de odaklanıp takılı kalmamak, devam etmek gerekiyor. Benim bu işi bulmam da öyle oldu. İhtiyacım olan anda, yani doğru zamanda.

İş teklifi

İş görüşmelerinin olmazsa olmaz sorusu “Maaş beklentin nedir?” sorusudur ya hani Richard bana hiç böyle bir soru sormadı. Zaten sorsa da maaşın ne olması gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Ertesi gün iş sözleşmemi yolladı ve teklif ettikleri maaşı da sözleşmede görmüş oldum. Melbourne’da mesleklere göre min ve max maaşın ne olması gerektiğini gösteren bir site var. O siteye baktığımda iş teklifinin hiç de fena olmadığını gördüm. Fakat asıl fena olan şey Avustralya vatandaşı olmadığım ve başka bir vatandaşın istihdamını ben doldurduğum için Avustralya vatandaşından daha çok vergi vermem gerektiği. Bu açıdan baktığımda maaşın neredeyse yarısı vergiye gidiyordu.

Bir diğer konu ise Avustralya’da iş sözleşmeleri Casual, Part Time, Full Time olarak değişiyor. Casual olduğu zaman yıllık iznin olmadığı gibi sadece çalıştığın saatin parasını alıyorsun. Part Time ve Full Time’da ise yıllık izin hakediyorsun ve resmi tatillerde çalışmadığın günün parasını da alıyorsun. İş sözleşmelerinin bir bitiş tarihi olmakla birlikte süresiz sözleşme diye bir şey de var. Mesela Türkiye’de yaygın olan sözleşme türü tam zamanlı süresiz şeklindedir ya burada bankacı da, mühendis de, hemşire de assistan da part time çalışabiliyor. Sözleşmelerin de genellikle bir bitiş tarihi oluyor.

Benim sözleşmem de süresiz ve Part Time’dı. Açıkçası tüm bu olanlar inanılmaz geliyordu. Öğrenci vizemle üstelik vizemin bitmesine 8 ay kala kendime kurumsal bir iş bulmuştum ve sözleşmemin de bir bitiş zamanı yoktu. %1 ihtimal verilen şeyi gerçekleştirmenin mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorduk. Avustralya’da ofis çalışma ortamını deneyimleyeceğim için çok heyecanlıydım.

Ofiste ne giyeceğim?

En son yüksek bel pantolon ve ipek gömlek ne zaman giydim diye bir düşündüğümde bundan 2 yıl öncesine falan gidiyorum. Buraya gelirken de birkaç elbise koymuştum fakat onların istediği şekilde pek kıyafetim yoktu. Smart Casual dediler ama bayağı resmi giyindiklerini gözlemledim ben. Neyse alışveriş en kolayı ama alışveriş yapmayalı o kadar uzun zaman olmuş ki bir yandan böyle bir şeye hiç para harcamak istemiyorum diğer yandan da giyecek pek bir şeyim yok. O hafta sonu birkaç şey alarak ortaya ofiste giymelik bir dolap çıkardım :)

Pazartesi ilk iş günüm

Bayağı heyecanlıyım çünkü ofisi, çalışanları, masamı… her şeyi merak ediyorum. Mesaim sabah 8.30’da başlıyor ama ben 15 dakika kadar erken gittim. Sonradan IT Manager olduğunu öğrendiğim bir kadın karşıladı beni. Önce masamı gösterdi sonra o an ofiste olan kişilerle tek tek tanıştırdı. Richard görüşmemizin sonunda senin için de uygun ise sana Oz desek olur mu diye sordu. İçimden bir bu eksikti dedim. Cafede çalışırken Ozzie diyorlardı. İlk 1 hafta falan asla dönüp bakmıyordum çünkü Ozzie’nin kendim olduğunu algılayamıyordum. Tam Ozzie’ye alıştım şimdi bir de Oz çıktı. Peki dedim, peki deyin.

Sandra da beni insanlarla Oz diye tanıştırıyor haliyle ama sonrasında adın ne diye sorulduğunda yine Oznur diyorum. Oz nedir ya, Oz Büyücüsü geliyor aklıma.

İlk izlenim

Ofis nasıl eski nasıl size anlatamam. Halılar, masalar, toplantı odasındaki sandalyeler. Ofisin bulunduğu yer yepyeni aslında ama eşyalar dökülüyor. Masam gayet geniş güzel ama koca iki ekran var. Neredeyse tüm iş hayatım boyunca laptop kullanmış biri olarak o koca iki ekranı görünce ne yapacağım ben bu ekranla diye düşündüm. Arkamda çok minnoş bir kız oturuyor. Adı Laura ama sonradan öğreniyorum ki o hafta son haftasıymış. Personal Trainer olarak çalışmaya karar vermiş. İçimden Öznur burası bayağı ilginç bir deneyim olacak sana diye geçiriyorum. Bu tip şeyleri hep kulaktan duyuyordum ama ilk defa birebir görüyorum.

Yan tarafımda James adında Asyalı bir IT’ci var. Sessiz birine benziyor. Onun haricinde ofiste 2 Hintli 1 Fijili var 1 de Irlandalı . Geriye kalanlar Aussie.

Ofisin mutfağı ve terası çok güzel. Teras kocaman bir ormana ve nehre bakıyor. Mutfakta buzdolabı, mikrodalga falan her şey var. Bir de kocaman bir içki dolabı var. Sabahtan tanışamadıklarımla daha sonra tanıştık.

Ofisin bulunduğu yerde çok güzel 2-3 cafe var. Bir de hemen aşağısı nehir. Lokasyon olarak muhteşem. Beni motive edecek birkaç şey bulmuştum. İlk günden mailim falan kurulmuştu. Masamda ihtiyaç duyabileceğim kırtasiye malzemeleri falan vardı. Bir de soyunma odası ve duş var. İnsanlar öğlen arası koşmaya falan çıkıyor. Sonra dönüp duş alıp işe devam ediyorlar. Bunu da sevdim. Avustralya’ya gelmeden önce duyduğum hikayeler gerçekmiş diyorum içimden…

O gün Richard ofise gelince yanıma geldi ve her şeyin yolunda olup olmadığını falan sordu. Bu da iyiydi. Fakat Yemeksepeti deneyimimden sonra çıtanın Everest Dağı’nda olduğunu düşünürsek burası benim için sadece Avustralya’da kurumsal iş ortamını görebileceğim bir yerdi. Öyle ilk görüşte vurulmadım :)

İlk gün nasıl geçti?

Klasik ilk iş günü :) Şirketin prosedürlerini okuyarak ve yapacağım işle ilgili dosyaları inceleyerek geçti. Öyle sayfalarca evrak imzalamadım. Sadece iş sözleşmemi karşılıklı imzaladık o kadar. Okumamı istedikleri evrakların arasında ilgimi çeken şey Fairwork ile ilgili olan belgeydi. Fairwork sana iş yerindeki haklarını anlatan kurum. İş yerinde mobing gibi bi durumla karşılaşırsan ya da etik olmayan bir davranışla karşılaşırsan ofisteki x kişi ile muhattap olmadan direkt Fairwork’e gidebiliyorsun.

Bizde ilk iş gününden önce IK’ya kalın bir evrak dosyası teslim edersin ya, burada firma benden hiçbir şey istemedi. Office Manager’a diplomamı İngilizce’ye çevirmeme gerek var mı diye sorunca yüzüme şaşkın şaşkın bakıp “Neden bana böyle bir soru soruyorsun?” dedi :) İşte dedim benden evrak falan istemediniz ama… Bize CV’inde beyan ettiğini dikkate alıyoruz dedim. Ah medeniyet, sana ulaşmak için bu kadar uzağa mı gelmem gerekiyordu?

İlk öğlen yemeği (İlk ve son)

Sabahtan vakit bayağı hızlı geçti ve Irlandalı kız ve office manager beni öğlen yemeğine çıkardı. Neyse yemeklerimizi aldık, oturduk. Biraz sohbet ve daha önce neler yaptın sohbetinden sonra konuşacak bir şey kalmadı. Böyle bir sessizlik oluştu. Irlandalı kızın da göbeği baya büyük ama belki kilodandır ve hamile değildir aman pot kırmayayım diye “Ay canım hamile misin?” diye soramıyorum. Sonra kız söyledi, ben de hamileyim dedi. Siz eşinle ne zaman geldiniz diye bi soru çıktı ağzımdan. Ses tonu değişerek “He is not my HUSBAND he is my PARTNER dedi” Ben yerin dibindeyim. Husband diyen ağzıma ne yapayım şimdi ben, partner’ıymış. O günden beri insanlara eşini, sevgilisini vs soracak olursam ya da onlardan bahsetmem gerekirse partner demeye özen gösteriyorum. Bu da böyle bir deneyim oldu :)

Yan haklar

Şirketin yan hak olarak bana sağladığı tek şey Avustralyalıların “Superannuation” dediği bizde bireysel emekiliğe denk gelen ödeme. Şirket maaşın %9,5’unu benim adıma bir fona yatırıyor. Bunun haricinde telefon, internet, laptop, öğle yemeği, yol parası, park ücreti, benzin parası, market çeki gibi şeyler bu ülkede yok. Yan hak konusunda Türkiye’deki özel sektörün Avustralya’dan çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Bir gün Lauren’a bu yan haklardan bahsettim, kızın şaşkınlıktan gözleri yerinden çıkacaktı. Tüm gün ofise Türkiye’deki yan hak sisteminden bahsetti :)

Telefonuma maili kuralım mı?

İki koca ekranlı bilgisayar kullanacağımı öğrenmemle birlikte peki, madem deyip şu telefonuma e maili kuralım mı diye IT Müdürü’nün yanına gittim. O da şaşkınlıkla bana baktı. Gerek yokmuş. Yani insanlar telefonda mail pek kullanmıyormuş. Zaten mesai saatinden sonra mail atmak gibi bir şeyleri de yokmuş. Ay bu iş giderek daha heyecanlı bir hal alıyordu. Ben 7/24 whatsapp la, e maille çalışan bir insanım. Bundan da şikayetçi değilim. İşim bunun böyle olmasını gerektiriyor. Avustralya’daki çalışma kültürü dedikleri şeyi sanırım yavaş yavaş görüyordum. Tüm bunlara alışabilecek miyim diye düşünmeden edemiyordum.

Akşam eve geldim ve Cemal heyecanlı heyecanlı “İlk iş günün nasıl geçti?” diye sordu. Sanırım masalardan ve Clare’ın “He is not my HUSBAND” çıkışından pek memnun değildim :) Fakat motivasyonumu etkileyen olumlu şeyler de vardı. Hem nehir kenarında ofis mi olur ya?

İlk günler hep bir tuhaf değil midir? Bu da aynen o ilk günlerden biri diye düşündüm. Günün sonunda başımı yastığa koyduğumda hayatımdaki bu değişiklik için heyecanlıydım ve kendimi iyi hissediyordum.

Bir kez daha farkına vardığım bir şey vardı; hayattan istediğiniz şeylere karşı açık olmak. Biz istediğimizi belli ettikçe önce küçük küçük penceler sonra büyük büyük kapılar açılıyor…

p.s: Dünyaya Öznur olarak, Kağıthane Devlet Hastanesi’nde, canım annemin kollarında, tam da onun hayal ettiği gibi; lüle saçlarımla ve boncuk gözlerimle geldiğim için çok mutluyum. Ve bunun için bana şanslı diyebilirsiniz. Çünkü bu benim seçimim değildi :)

Güney yarım küreden sevgiler

Avustralya ile ilgili diğer yazılar için aşağıdaki linklere tıklayınız.

Dünyaya tekrar gelsem nasıl bir hayat isterdim?

Konfor alanının dışına doğru çıkarken

Neden Avustralya’ya taşındık?

Avustralya’ya nasıl taşındık?

Avustralya’ya taşınmadan önceki son günler

Avustralya’da Yaşam: Yeni hayatımızın ilk günü

Avustralya’da Yaşam: Melbourne’da Geçen 2 Ay Part I 

Avustralya’da Yaşam: Melbourne’da Geçen 2 Ay Part II

Avustralya’da iş bulma rehberi: İlk işimi nasıl buldum?

Avustralya’da iş hayatı: Cafede geçen 3,5 ay

Evren Sesimi Duyuyor

Dünya Benim Evim’i Facebook ve Instagram hesaplarından takip edebilirsiniz.

Bunları da okumak isteyebilirsin
13 Yorum
  1. merve sarı diyor ki

    Öznur yine masal tadında bir yazı olmuş devamını okumak için heycanlıyım! Sevgiler :)

  2. Vera diyor ki

    Aslında 1988 yılının Eylül ayında Kağıthane Devlet Hastanesi’nde gözlerini dünyaya açman da, o anneye ve babaya sahip olman da senin seçimindi. Sen belki İstanbul’da ya da Türkiye’de doğmayı; cesur olduğunu ve yeni bir hayatı yaratım gücün olduğunu keşfetmek için seçtin. Ama belki San Francisco’daki Anna olsaydın kendine istediğin hayatı yaratabileceğinin hiç farkında olmayacaktın çünkü belki de hayat koşulların seni buna itmeyecekti. Bence bu harika bi keşif ve evet hepsi senin seçimlerin sayesinde oldu, kağıthane dahil :) tabi bunları bilinç düzeyinde bilemeyiz bu seçimler ruhsal düzeyde yapılır. sevgiler…

  3. hülya diyor ki

    iyi ki varsın!

  4. Ayşe diyor ki

    İlk öğlen yemeği ilk ve son derken 🤔 coğrafya kaderdir yıllardır en nefret ettiğim gerçek malesef ama bunu kendi hayatında yıkmak için oldukça yol aldıgını düşünüyorm yapılabilecegin en iyisine dogru ilerliyosun kanımca darısı bizim başımıza :)) ayrıca iyi ki paylaşıyosun deneyimlerini keyifle heyecanla okuyorum sevgiler

  5. Büşra diyor ki

    Gerçekten muhteşem bir yazı olmuş.Hayatta ne kadar çabalarsak hayat da bize o kadar gülümseyecektir…

  6. Duygu diyor ki

    Yaaa ne kadar tatlı bir yazı bu. Bütün yazılarını okudum ama ilk defa yorum yazıyorum. Öncelikle sanırım sana teşekkür etmek gerekiyor. Bu kadar açık yüreklilikle ve samimiyetle yazılar yazdığın için. Avustralya’ya bir gün gelirsek ben heralde seni gördüğümde arkadaşımı görmüş gibi sevinirim ama sen heralde
    bu kim falan dersin:)
    Gene okurken çok güldüm, heyecanlandım, seninle o anları yaşadım. Roman gibi geliyor okurken yazdıkların, tek farkla burada karakterler gerçek:)

    İlk iş gününe gelince;
    Gerçekten çok değişikmiş Avustralya’da iş hayatı. Dediğin gibi bütün ilk iş günleri gariptir. Okulun ilk günü gibi.
    Eminim üzerinden geçen sürede daha da güzel gelişmeler olmuştur. Hayatınızda herşeyin güzel ve yolunda gittiğini bilmek bizi de mutlu ediyor bilesiniz. Umarım herşey gönlünüzce olur bundan sonra da.
    Sevgiler,

    * Gözlerinin renginin mavi olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım ve aşırı yakışıyor.
    *Tren yolculuğu yaptığınız yere bayıldım.

  7. Esra diyor ki

    Merakla, heyecanla okudum. Mükemmel😊

  8. Sibel diyor ki

    Cümlelerini kendi zihnimden geçen cümlelere o kadar yakın hissediyorum ki.. Yazını bazen başımı sallayarak, bazen gülümseyerek ve bazen de duygulanarak okudum. Avustralya’ya gitmek, orada çalışmak ve yeni bir hayat kurmak isteyen birinin sorabileceği hemen hemen her soruyu burada yanıtlamışsın. Şu cümlen beni benden aldı: “Ah medeniyet, sana ulaşmak için bu kadar uzağa mı gelmem gerekiyordu?” Sanırım bu cümle yazının tamamını kapsıyor. Bu deneyimlerin tümünü paylaştığın için çok teşekkürler. Sevgiler. :)

  9. neslihan diyor ki

    selam Öznur!
    mail kutumda yeni yazının bildirimini görünce ofise gelir gelmez hemen bloguna girdim,
    yine çok güzel bir deneyimini keyifle okudum, yolun açık olsun.

    ve tam da umudumu kaybettiğim bir iş görüşmesinden sonra kilit kısmı buldum yazının içinde ;
    “Bir şeyi çok istersin ama olmaz çünkü mutlaka bir sebebi vardır. O an o sebebi göremezsin belki ama gerçekleşmeyene de odaklanıp takılı kalmamak, devam etmek gerekiyor. Benim bu işi bulmam da öyle oldu. İhtiyacım olan anda, yani doğru zamanda.”

    İstanbul’dan selamlar.

  10. SELDA diyor ki

    Öznur Canımmmmmmmmmmm,

    inanmayacaksın şu an kahveden geliyorum ve dedim ki ; doğduğum toprakları, ailemi ben seçmedim, seçiyorsun denilen savunmaya da katılmıyorum” ama artık 37 sene sonra seçmediğim bir toprakta yaşama sürecimi değiştirmek istiyorum ve bu gücü kendimde hissediyorum, aynı senin gibi yıllar önce İngiltere/Bournemouth’dan geldikten sonra başka dünya mümkünü öğrendim öğreneli tüm dünya benim dedim ve her yerde yaşayabilirim dedim ama işte alışkanlıklara yenik düştük. Şimdi yeniden gidebilirim diyorum ve gidicem, bu yolda en güzel motivasyonlarımdan birisin…. o lüle saçların, boncuk gözlerin, gülen yüzünü az da görsem çok sevdim, değerli zamanını hiç tanımadığın bana ayırıp tanıştığın için tekrar teşekkür ederim. İyi ki’lerimiz çok olsun…. Sevgiler, Selamlar

  11. Sevinc Topal diyor ki

    Sevgili Oznur, ben de yazini keyifle ve kendime dersler cikartarak okudum. Iyi ki varsin, yuregine ve eline saglik 😊

  12. zeliha diyor ki

    Sevgili Öznur İyi ki buralarda doğdun
    ve hayatlarımız kesişti…

    İzmir’den sevgilerle

  13. Guny diyor ki

    Turkiye’deki pazartesi sendromunun asil kaynagi sen haftasonu bir sekilde tatil yapabilenlerdensen ama is durmuyorsa pazartesi ustesinden gelmen gereken haftasonu tatil yaptigina kufrettirecek bir yigin dertmis. Aslinda bakarsan eve gitmen de ayni sey aksamlari. O yuzden elimizdeki kisisel telefonumuzu da aktif hale getiriyoruz ki en azindan yikimlari azaltalim. Bir bucuk senedir buradayim, hala her pazartesi ise geldigimde haftasonu boyunca hic kimsenin mail atmamis olmasina sasiriyorum. Herkes duruyor. Gercekten herkes haftasonunda dinleniyor. Inanilmaz seyler bunlar, work life balance falan diyorlar burada. Turkiye’de life mi vardi ki work’le dengeleyelim. :)

Bu konuda söyleyecek bir şeylerin olmalı

E-posta adresin yayımlanmayacak.