Bu yazımı okumadan önce Hayaller Şehri Paris yazımı mutlaka okumalısınız :)
Bir önceki yazımı okuduysanız şimdi başlayabiliriz.
Ben sanıyorum ki o da heyecandan bir türlü o anı yaratamıyor. Soruma cevabı ne olsa beğenirsiniz; “Evet sevgilim, seni çok seviyorum, ben ne dedim peki, ne diyeceğim “Peki başka diye sorup durdum ve Cemal bana evlenme teklifi etmedi.
Ah salak kafam! ne alakası var, adamın evlenme teklifi etmek gibi bir fikri yokmuş ki. Ben kendimi nasıl doldurduysam sürekli kurmuşum kafamda. Nasıl üzüldüm nasıl böyle kolum kanadım kırıldı. Ama hep benim yüzümden, salak kafam!
Ertesi sabah uyandığımda hala üzgündüm ama o stresi üzerimden atmıştım. Bir yandan da Cemal’e belli etmemeye çalışıyorum tabii ki. Ne diyeceğim, “Neden bana evlenme teklifi etmedin mi?”…
Neyse hazırlandık çıktık. İstikamet bir önceki akşam çıkamadığımız Eyfel Kulesi.
Hava nasıl güzel, güneş nasıl güzel parlıyor. Paris’le ilk tanışmamız yağmurlu oldu ama ikinci güne pırıl pırıl parlayan güneşle başladık.
Eyfel Kulesi
Her şehrin bir simgesi vardır ama simgelerin en güzeli Paris’in. Ona Demir Leydi bile deseler, her ne kadar dönemin Parizyen sanatçıları tarafından şehrin estetiğini bozduğu için protesto da edilse sadece Paris’in değil Fransa’nın simgesi haline gelmiş. Sabahın erken saatlerinde gitmemize rağmen uzuncaaa bir kuyruk bizi bekliyordu.
Hemen girdik sıraya fakat sizlere tavsiyem biletinizi online olarak Eyfel Kulesi’nin internet sitesinden almanız ve sabahın erken saatlerinde gelmeniz. Gündüz mü gece mi derseniz bence gündüz :) Ama bu tamamen tercih meselesi. Eyfel Kulesi giriş fiyatı 15 euro.
Sıra sandığımızdan daha kısa sürede bitti ve asansörle 2. kata ve sonrasında yavaş yavaş en tepeye doğru çıkmaya başladık. Tanrım! Yukarı çıktıkça zaten buz gibi olan hava daha çok soğuyordu ama ben nereye gidersem gideyim şehri tepeden görebileceğim bir yer varsa oraya mutlaka çıkıyorum. Neyse ki sonunda en üst kattaydık.
Paris, resmen ayaklarımızın altındaydı! Yavaş yavaş kulenin etrafında dolaşarak güzel Paris’i izledik ama hava o kadar soğuktu ki kuytuda bulduğumuz bir banka oturduk. Karşımızda iki tane Hindistanlı çift vardı. O dönemde çalıştığım yöneticim Hindistanlı olduğundan Hindistanlılara karşı özel bir sempatim vardı :) Sonra erkeklerin parmağındaki yüzükler çekti dikkatimi. Renkli, taşlı yüzükler… O an benim evlenme teklifi hüsranım yine aklıma geldi ve dayanamadım Cemal’e biraz da şakayla karışık; Aşkım Hindistanlı erkeklerin bile parmaklarında yüzükler var bi’ benim yok dedim ve güldük :)
Artık aşağı inelim dedim zira Paris’te Eyfel Kulesi’nin tepesinde donarak ölmek istemiyordum. Cemal ise ısrarla biraz daha duralım diyordu. Peki madem deyip son bir kez daha güzel Paris’e yukardan bakmak üzere güzel bir köşe bulduk. Cemal birden bire farklılaşmaya başladı, ağzından muazzam şeyler dökülüyordu ve sesi titriyordu. Cemal konuşurken ben de ne kadar şanslıyım diye içimden geçiriyordum derken bir şey oldu benim kulaklarım resmen çınladı. Cemal’in elinde yüzük resmen bana BENİMLE EVLENİR MİSİN? diye soruyordu! Nasıl yani, hayal mi görüyordum yoksa gerçek miydi!
O an kulaklarım çınlıyordu, daha 2 dk önce soğuktan donarken birden yüzümden alevler çıkmaya başlamıştı. Olan biteni gören etrafımızdaki diğer turistler fotoğrafımızı çekiyor, bir yandan da alkışlıyorlardı. O anda neler hissettiğimi anlatabilecek kelimeler bulamamıştım, hala bulamıyorum… Bir yandan ağlıyorum bir yandan şoktayım bir yandan evet yerine başka ne diyebilirim acaba diye düşünürken yaratıcılığını başka zamana sakla Öznur diyip Eveeeeeeet diye bağırdım. Eveeet evettt evetttt tüm Paris duyabilir Eveeet :)
Kutlama için Eyfel Kulesi’ndeki 58 Tour Eiffel’e geçtik. O an ne zaman aklıma gelse çok gülüyorum kendime. 14 Şubat’ta olmayınca artık olmayacağına o kadar odaklanmıştım ki bu kadar beklediğim bir şey için ancak bu kadar şaşırabilirdim :)
Ne kadar sabırsızım. Her şeyde! Hemen olsun istiyorum, hemen bitireyim işimi, hemen gidelim, hemen izleyelim, hemen alalım… Bekleyemiyorum.
Şimdi düşünüyorum da romantik kelimesi ile özdeşleşmiş, “Paris is always a good idea” dedirten, birçok insanın hayallerini süsleyen dünya üzerindeki bu şehirde unutulmaz bir anım olduğu için çok şanslıyım ve bunun için şükür ve sevgi duyuyorum.
Notre Dame Katedrali
Notre Dame Katedrali, Meryem Ana’ya ithafen yapılmış ve gotik mimarinin ilk örneklerinden biriymiş. Dışarıdan bakıldığı zaman bile katedralin ihtişamı insanda hayranlık uyandırıyor.
Katedral toplamda 4 bölümden oluşuyor ve Emmanuel kısmında bulunan çanın ağırlığı tam 13 tonmuş ve katedralin inşaası 185 yıl sürüyor. 19. y.y döneminin Parisli şehir planlamacıları katedralin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istemişler. Tam 185 yıl emek harca ortaya şaheser çıkar ve neymiş katedral çok bakımsızmış, olacak şey mi? Neyse ki ünlü Fransız yazar Victor Hugo halkın ilgisini katedrale farklı anlamda toplamak için Notre Dame’ın Kamburu adlı romanını yazıyor. Hatta roman daha sonra müzikale dönüştürülüyor ve müzikalin adı da Notre Dame de Paris oluyor. Geçtiğimiz yıl Zorlu’daydı diye hatırlıyorum. Gitmemiştim, bundan sonra daha yakından takip edeceğim :)
Kilisenin içini kubbesine baka baka ve ağzım şaşkınlıktan açık bir şekilde dolaştıktan sonra istikamet ünlü Louvre Müzesi.
Louvre Müzesi
Camdan piramit, aydınlık, pırıl pırıl, kalabalık ama kalabalığın içinde bana nedense hissettirdiği sakinlik. Önce etrafında bulunan mermer bloklara oturup biraz dinleniyoruz hem de bir gün bile ayırsak bitiremeyeceğimiz bu müzeyi en akıllı en hızlı şekilde gezmek için plan yapıyoruz.
Bu sırada yanımızda kendilerinin fotoğrafını çekmeye çalışan 8-10 kişilik bir grup var. Böyle kendini çekmeye çalışan insanlar görünce – aynı zorluğu kendim yaşadığımdan- hemen atlıyorum fotoğrafınızı çekmemi ister misiniz diye :) ama nedense bu zamana kadar bana bu soruyu soran olmadı. Neyse bu aynı zamanda sohbet etmeye olanak veriyor ve kısa bile olsa güzel bi paylaşım oluyor. Tabii ki kabul ediyorlar ve poz poz fotoğraflarını çekiyorum derken biraz sohbet etmeye başlıyoruz ve bu güzel grup beni birden anılarıma götürüyor. Erasmus yapmışlar birlikte, her yıl bi lokasyon belirleyip buluşuyorlarmış. Ben de Litvanya’da Erasmus yaptığımdan ve o arkadaşlık bağının nasıl oluştuğunu ve nasıl güçlü kaldığını bildiğimden özel bir yakınlık hissediyorum bu gruba karşı :) ama vaktimiz kısıtlı, güzel piramit bizi bekler :)
Müzeye gittiğimizde öğleden sonraydı ve giriş bileti almak için hiç sıra beklemedik. Sabah saatlerinde daha kalabalık olabilir diye düşünüyorum.
Louvre, 1204 yılında ilk haliyle inşaa ettiriliyor ve 14. y.y’da kraliyet merkezi oluyor. 15. y.y’da ise saray farklı bir yere taşınıyor ve haliyle Louvre çok bakımsız kalıyor ve 1793 yılında saray bugünlerde dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi halini alıyor. Birçok güzelliğin başına gelen yangın talihsizliğini Louvre’de yaşıyor ve çeşitli tamir ve bakımdan sonra 1932 yılında şuan ki halini alıyor. Dediğim gibi müzenin tamamını gezmek için 2 tam güne ihtiyacınız var 4 günlüğüne geldiğimiz Paris’te daha görmediğimiz çok yer vardı.
Bu yüzden biz Leonardo Da Vinci’nin meşhur Mona Lisa’sını görerek müzeyi gezmeye başlıyoruz. Daha sonra Venus de Milo nam-ı diğer Afrodit heykelini buluyoruz. Afrodit, bildiğiniz üzere Yunan mitolojisinde aşk ve güzelliği temsil ediyor. Afrodit, denizin köpüklü dalgalarından doğan bir tanrıçaymış. Hatta aşk, seks ve şehvet kölesi Eros, Afrodit’in oğluymuş. Tanrım neler neler… Tabi Yunan mitolojisi derya deniz, hikaye çok biz gelelim Louvre Müzesine :) Bir diğer gördüğümüz eser ise Kana’da Düğün. Hristiyanlar için oldukça önemli olan bu eserin hikayesi ise şöyle; İsa ve annesi bir düğüne katılıyor ve düğün esnasında şarap bitiveriyor. Şarap bitince İsa, suyu şaraba çeviriyor ve bu İsa’nın ilk mucizesi olarak İncil’e yazılıyor.
Sanat severler için Louvre cennet ama bizim rotamızda uğramamız gereken bir yer daha var; Ressamlar Tepesi & Sacre-Coeur Bazilikası.
Ressamlar Tepesi & Sacre-Coeur Bazilikası
Dik yokuşları tırmanıp, merdivenleri çıktıktan sonra Paris’in en ünlü tepesi; Ressamlar Tepesi’ndeydik. Artık hava kararmıştı ve Paris tepeden ışıl ışıldı. Montmartre Tepesi üzerinde tarih boyunca Pablo Picasso, Salvador Dali, Monet, Van Gogh gibi birbirinden ünlü ressamların stüdyoları bulunuyormuş. Günümüzde hala lokal ressamlar burada resim yapıyor ve dilerseniz portrenizi yaptırabiliyorsunuz. Biliyorum bu artık hemen hemen her yerde yapılan bir şey ama sanıyorum en keyiflisi ve kalitelisi Paris’te Ressamlar Tepesi’nde yapılanıdır.
Sacre-Coeur, yani Kutsal Kalp, ressamlar tepesine kurulu bembeyaz bi bazilika. Bir savaş sonrası hayatlarını kaybeden Fransızların anısına yaptırılmış ve maliyetinin tamamı Fransız halk tarafından karşılanmış. Bu bazilikanın ilham kaynaklarından biri de Ayasofya imiş. Yuvarlak planlı ve dört tane kubbesi var. Biz akşam saatlerinde gitmiştik ve kapalıdır diye düşünmüştük ama saat 22:30’a kadar açıkmış, ziyaret ederseniz bilginiz olsun :)
Sacre-Coeur ile ilgili hatırımda kalan en belirgin şey tepeden aşağıya doğru uzayıp giden merdivenlerinde sokak sanatçılarının pek keyifli bi müzik şöleni yaratması ve havanın buz gibi olmasına rağmen merdivenlerde oturan genç kalabalık. Biz de ambiyansa karşı koyamadık ve evlenmeye karar veren bir çift olarak müziğin ritmine kendimizi bıraktık…
Unutulmaz bu günün akşamında Paris’in en ünlü caddelerinden biri Saint Germain’de bulunan Le Schmuck’da yemek yedik. Bi akşam yemeğinizi bu enfes restoranda yemenizi tavsiye ederim. Hani bazı yerlerin önünden geçerken direk kendinizi içeri atmak ve o atmosferi yaşamak istersiniz ya Le Schmuck tam da böyle bi restoran. Yalnız mutlaka rezervasyon yaptırın zira çok küçük ve rezervasyonsuz yer bulmanız mümkün değil. Tasarım enfes! Vintage duvar kağıtları, duvarları süsleyen çeşit çeşit antika aynalar, kristalleri ışıl ışıl parlayan kocaman bi avize, cam kenarlarında koyu renk ve aşağı kadar uzanan perdeler, ilginç bitkiler, portreler, antika koltuklar ve kocaman meşe bi masa…Servis muhteşem, müzikler harika. Olağanüstü ikinci bi kutlama yemeği oldu bizim için.
Le Schmuck adres; 1 Rue de Condé, 75006 Paris, France
Paris’teki son günümüzü anlatan bir yazı daha yazacağım, şimdilik karlı İstanbul’dan sevgiler :)
Dünya benim evim’i facebooktan ve instagramdan takip edebilirsiniz :)
İlk Paris yazını okuduktan sonra en sevdiğim dizinin bir sonraki bölümünü bekleme heyecanıyla bekledim bu yazıyı. Beklediğime değdi tabi ki! Ne kadar minnoş bir çift olduğunuzu bildiğimden yaptığın güzel betimlemeyle evlenme teklifini ”yaa yaaaa yaaaaaa” naralarıyla okudum :) Yazının devamında da bu anların etkisinden çıkamasam da güzel anlatımına haksızlık etmeden layıkıyla okudum. Ellerine sağlık! Sabırsızlıkla bekliyorum devamını:)))
Seni gördüğümde kocaman bir kucaklaşmaya hazır oldu :)
Ay şahane bir gezi rehberi olmuş ve şahane bir evlenme teklifi :) bende de buna benzer Cinque Terre’de edecek diye beklenti hikayem var ama adam etmemişti, sonra Oktoberfest’te edip kendini affettirdi :) Ay yazın çok işime yarayacak canım çok teşekkürler
Canım beğenmene ve işine yarayacak olmasına çok sevindim :) Hahahahah ya kendi kendimize senaryolar kurmasak bence her şey daha tatlı olabilir :)))