İstanbullu Beyaz Yakalının Avustralya’da Beyaz Yakalı Olmaya Çalışma Deneyimi

Bu yazıyı yazmak için masama kaç kere oturdum, hatırlamıyorum. Boş bir word sayfası açıp 1 saat ekrana bakıp, tek bir kelime bile yazamadığım an oldu. Bu kadar zorlanmamın sebebi mükemmelliyetçi kişiliğim. Ben her ne kadar törpülemeye çalışsam da arada çok yoğun bir şekilde kendini gösteriyor ve beni zorluyor. Bu yazı benim için önemli çünkü hem hayalini kurduğum bir şeyin beni ne kadar zorladığını anlatacağım hem de o zorluğun beni soktuğu yolu… Dolayısıyla kendimi, hislerimi, neler yaşadığımı çok iyi anlatmalıyım gibi gereksiz bir baskı uyguladım kendime. Fakat her şey hep ilk adımı atmak ile başlıyor ve ben şimdi bu paragrafı yazarak kocaman bir adım atıyorum!

Buarada aşağıda sizinle paylaşacağım her şey benim deneyimim. Yani ben kimisine göre çok şanslı, kimisine göre de çok şanssız olabilirim. Ben yaşadığım her şeye deneyim gözüyle bakıyorum ve her deneyimden bir şeyler öğreniyorum.

Filipinli Imelda <3

Bir önceki yazımda size anlatmayı unuttuğum bir hikayem var. Bu hikayeyi bir gün unutursam diye burada yazılı bir şekilde kayıt altına almak istiyorum. İş görüşmesine çağrıldığım günün ertesi günü, sabah cafedeki shiftime gitmek üzere otobüse bindim ve birkaç durak sonra indim. Durakta benimle birlikte bir teyze de indi. Karşıdan karşıya geçeceğimiz sırada tren geçtiği için yol kapandı ve birlikte yolun açılmasını bekledik. O sırada teyze ile günaydınlaşıp sohbet etmeye başladık. Ben cafeye, o tren istasyonuna yürürken o 5 dakikalık zaman içinde hikayemi anlattım ona. Ertesi gün iş görüşmem olduğunu da söyledim. Tam yollarımızın ayrılacağı sırada ellerimi tuttu ve sadece olumlu düşün ve pozitif kal, her şey senin için güzel olacak dedi. Birbirimize sarıldık ve ayrıldık. Ertesi gün işe kabul edilince Imelda’yı andım. Yoluma çok güzel insanlar çıkıyor demeyeceğim çünkü biliyorum ki yaydığım enerji neyse bana dönen enerji de o.

İlk iki hafta

3,5 ay cafede sadece siyah renkli kıyafetler giyinerek çalıştıktan sonra renkli elbiseler giyinip topuklu ayakkabılarımla işe gitmek bana eski hayatımın stressiz versiyonunu yaşatıyor gibiydi. Trene binip işe gitmek bile zamanında seyahat ederken görüp, çok hoşuma giden, imrendiğim bir şeydi. İmrendiğim, istediğim şeyleri evren bir bir “al sana al sana” der gibi hayatıma getiriyordu.

Gün hazırlanıp, evden çıkmakla başlıyordu. Tren istasyonuna biraz erken gidiyor hemen yanındaki take away kahve satan kahveciden kahvemi alıyordum. Kahve almak bile bir deneyime dönüşüyordu. Kahvemi hazırlayan çocuk Cemal de aynı yerden kahve aldığı için bizi ailecek tanıyordu ve tren gelene kadar sohbet ediyorduk. Bir süre sonra benim tren istasyonuna yaklaştığımı görünce kahvemi hazırlamaya başlıyor, bazen ücret bile almıyordu. Dünyanın bir ucunda böylesine günlük bir rutin oluşturmuş olmak beni mutlu ediyordu.

Ben koştur koştur hazırlanmayı, ofise de koştur koştur girmekten pek keyif almıyorum. Bu yüzden sabahları biraz erken gidip ofisin oradaki nehir kenarında yürüyordum. Kendimi her seferinde içimden o ana şükran duyarken yakalıyordum.

Ofiste ilk birkaç gün sadece izleyip gözlemledim. Sanırım 3. günümdü artık yavaş yavaş işleri ben yapmaya başladım. Sadece Avustralya’da kullanılan bir program kullanıyorlardı ve önce bu programı öğrenmekle başladım. Yeniliklere, bilgiye çok açık biriyim dolayısıyla yeni bir şey öğrenirken de pek zorlanmıyorum. Bol bol not alıp, o notlar üzerinden ilerliyorum ve birkaç pratikten sonra yapmam gereken şeyi yapabilir hale geliyorum. Dolayısıyla programı öğrenmekte pek zorlanmadım fakat zorlandığım başka şeyler oldu.

Karşılaştığım zorluklar: Telefonda konuşmak hiç bu kadar zor olmamıştı…

Mülakatta Richard bana telefonla aran nasıl diye sorduğunda yüksek özgüvenimle bununla ilgili bir sorun yaşayacağımı düşünmüyorum demiştim :) Çünkü daha önce yabancı insanlarla çalışıp, onların telefonlarını da karşıladığım için bu deneyimime güvendim. Fakat gözden kaçırdığım bir şey vardı; Avustralya’daydım. Birbirinden farklı 200’den fazla aksan vardı.

Beni en çok zorlayan şey telefonda insanları anlamamak oldu. Hiçbir şekilde konuşulanları anlamıyordum. Hatta bazen insanların ismini bile anlamıyordum. Tekrar sormaya çok çekiniyordum. Fakat telefondaki kişinin neden aradığını anlamak, bilgilerini kullandığımız program üzerinden bulmak ve telefondaki kişinin sorusuna cevap verebiliyor olmam gerekiyordu. Normalde insanları anlamakta artık güçlük çekmesem de telefondakileri anlamakta çok zorlanıyordum. Bir de Richard’a bununla ilgili bir sorun yaşamayacağımı söylediğim için bunun sıkıntısını da yaşıyordum.

Henüz daha ilk haftamdı ve Avustralya’daki ilk ofis işimdi. Hiç unutmuyorum, işten çıkıp eve geldiğim bir gün ben bu işi yapamayacağım çünkü telefondaki kişileri anlamıyorum diye saatlerce ağlamıştım. Çünkü bu zamana kadarki iş deneyimlerime baktığımda işe hep çok hızlı bir şekilde adapte olmuşumdur. Yapmakta zorlandığım bir şey de hatırlamıyorum. Fakat burada ilk defa bir şeyi yapamıyordum ve kendimi bayağı işe yaramaz hissediyordum. Bayağı beceriksiz.

Bu sıkıntımı gidip Richard ile konuşmaya karar verdim. Ben sana bir sorun yaşayacağımı düşünmüyorum dedim ama çok zorlanıyorum ve anlayışınıza ihtiyacım var dedim. Beni anlayışla karşıladı ve gayet iyi gittiğimi söyledi. Biraz olsun motive olmuştum fakat telefonda karşılaştığım bazı kaba davranışlar beni bayağı üzüyordu. Bazı insanlar ana dilimin İngilizce olmadığını anlayıp daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya özen gösterirken bazı insanlar çok sinirli ve kaba davranışlar sergiliyordu. Bir de Avustralya çok kültürlü bir ülke olduğu için ismi birbirinden farklı yüzlerce müşterimiz vardı. Onlar biraz daha anlayışlı olabiliyordu ama yine de bu işi yapmakta çok zorlanıyordum.

Buraya gelmeden önce insanların ne kadar kibar olduğunu, siz onları anlamadığınızda yavaşlayarak konuştuklarını, çok saygılı olduklarını okumuştum. Fakat şunu gördüm ki İNSAN HER YERDE İNSAN. Evet, belki kibar insanlar çoğunlukta ama Avustralya’da olmanız sadece nazik ve kibar insanlarla yaşayacağınız anlamına gelmiyor. Gayet kaba, saygısız insanlar da var.

Telefonda ismini ya da firmasının ismini spell etmesini istediğimde oflayan puflayan insanlarla da konuştum, hiç sıkılmadan bıkmadan ve anlayışla defalarca ismini söyleyen insanlarla da… Bu işle ilgili yaşadığım en büyük zorluk buydu. Çözüm olarak ya yapamıyorum diyip işten ayrılacaktım ya da bunun üzerine gidecektim. Bu işin üzerine gitmeye karar verdim.

Telefonda iletişim konusunda zayıf olduğumu bilmiyordum. Geliştirmek için eve geldiğimde müşterisi olduğum firmaların (Vodafone, pilates stüdyosu, elektrik firması vs.) çağrı merkezlerini arayıp bir sorum varmış gibi konuşmaya başladım. Artık ofiste telefonda karşıma kaba insanlar çıktığı zaman bunu benim gelişimim adına bir fırsat gibi görmeye başladım ve sinirlendiğini hissetsem bile soru sormaktan hiç çekinmemeye başladım.

2 hafta sonra artık telefonları korkusuz bir şekilde cevaplamaya başladım. İnsanları daha iyi anlıyordum. Hatta kimisi ile şakalaşmaya bile başlamıştım. Bir de arayan müşterileri artık tanımaya başlamıştım dolayısıyla işim daha da kolaylaşmıştı. 2 haftada kendimi getirdiğim noktaya baktığımda kendimle gurur duydum. Ben bunu yapamıyorum diyip bıraksaydım telefonda iletişim benim her yerde karşıma çıkacaktı. Fakat üzerine gitmeyi tercih ettim. Evet, çok zorlandım ama artık bir korkumu daha yenmiştim ve çok rahatlamıştım.

Hey Oz, Are you winning?

Ofiste 25-30 kişi falan vardı. Daha ilk günden kendimi yakın hissettiğim tek bir kişi oldu o da Hindistanlı bir yönetici. Çünkü ilk gün beni Oz diye tanıştırdıklarında “Hayır, Oznur” diyip Avustralyalıların her şeyi kısaltmaya bayıldıklarını söylemişti :) Hoşuma gitmişti. Ofiste çalışanların büyük bir kısmı Aussie’di. Bir gün mutfakta kendime kahvaltı hazırlarken Ammon adında biri geldi ve “Hey Oz, Are you winning?” dedi. İçimden sabah sabah neyi kazanmış olabilirim ki diye düşünürken, Ammon bir şey kazanmadım, ne demek istiyorsun diye sordum. Meğer Aussie Slang dünyasında Are you winning? Alıştın mı, her şey yolunda mı? gibi anlamlara geliyormuş. Bir şey daha öğrenmiştim :) Gün içinde defalarca böyle anlar yaşıyordum.

Avustralya çalışma kültürü: Bireysellik

Avustralya’da bireysellik sadece çalışma kültürü değil aslında. Burada genellikle insanlar bireysel yaşıyor. Mesela mutfakta aynı anda birkaç kişi olmasına rağmen kimse birbiri ile pek konuşmuyor. Herkes o an ne yapıyorsa onu yapıyor ve masasına geçiyor. Öyle birbirine kahve yapıp, sohbet etmeler falan hiç yok. Herkesin kendi dünyası var. Açık ofis olmasına rağmen ofiste masalar arasında insanlar kendi sınırını çizmiş gibiydi. Öğlen yemeklerinde grup şeklinde yemek yeme diye bir şey yok. İnsanların çoğu buna üst düzey yöneticiler ve Ceo da dahil, herkes yemeğini evden getiriyor. Yemeğini alıp tek başına yemek yiyorlar. Ofisin mutfak kısmında birkaç tane masa vardı. Öğlen yemeği esnasında o büyük masada oturan kimse birbiriyle konuşmuyordu. Hiçbiri kaba değil aslında fakat herkes kendi dünyasında.

Pazartesi günleri biraz daha farklı olarak eğer sabah mutfakta karşılaşıyorsak “Hafta sonun nasıl geçti?” sorusunu soruyorlar. Mesela bu soru beni mutlu ediyordu çünkü sohbetin kapısını açıyordu gibi geliyordu. Fakat bir süre sonra farkettim ki bu soruda “How yaaa goin” (Nasılsın) sorusu kadar sahte. Çünkü bu soru da nasılsın sorusu kadar artık kalıplaşmış bir soru. Soruyorlar ama cevabını merak ettikleri ya da sohbet etmek istedikleri için değil; tamamen alışkanlık haline geldiği için. Bir süre sonra farkettim ki aslında pek de sorunun cevabını dinlemiyorlar. Ben de bir süre sonra tıpkı onlar gibi bu soruya jenerik bir şekilde cevap vermeye başladım.

Burada ofis ortamı bizim alışık olduğumuz gibi değil. Biz sohbet etmeyi, konuşmayı, paylaşmayı seviyoruz. İş arkadaşlığı normal arkadaşlıklara evriliyor çoğu zaman. Yemeklere birlikte çıkılır, bir sıkıntın varsa paylaşırsın vs. Öğleden sonra “Türk kahvesi yapıyorum, isteyeeen?” diye bir şeyler duyarsın. Burada öyle şeyler yok. Tamam, Türkiye’nin çalışma kültürü muhteşem demiyorum, bazen işin ucunu kaçırıp, dengeyi şaşırdığımız zamanlar da oluyor ama bizim ofis ortamımız daha sıcak, daha samimi. Avustralya ise çok çok bireysel.

Mesai saatleri, öğlen yemeği arası, maaş ödemeleri

Avustralya’da full time haftalık çalışma saati 37,5 saat (genellikle). Buranın çalışma kültürü ile ilgili sevdiğim şeylerden biri mesaiye kalma diye bir şeyin olmaması. Fakat diyelim ki bir sebeple mesaiye kalmanız gerekti. O zaman da çalıştığınız saatin ücretini banka hesabınızda görüyorsunuz ya da o hafta herhangi bir gün çalıştığınız saat kadar erkenden çıkabiliyorsunuz. Bunun için gidip birinden izin almanız gerekmiyor. Kendi iş planınızı kendiniz yapıyorsunuz ve erken çıkacağınız zamana da siz karar veriyorsunuz. Öğlen yemeği arası 1 saat ve bu 1 saatin ücretini şirket ödemiyor. Bir de burada maaşlar saatlik hesaplanıyor. O ay kaç saat çalıştığınız hesaplanıyor ve hesabınıza o kadar para yatıyor. Avustralya’da insanlar genellikle haftalık yaşıyor. Kiralar haftalık ödeniyor, maaşlar haftalık alınıyor vs. Fakat benim çalıştığım bu firma aylık olarak ödeme yapıyordu. İlginç olan kısım ise 4 haftalık çalışmama rağmen 6 haftalık maaş yatırıyordu. Yani 2 haftalık maaşımı çalışmadığım halde hesabımda görüyordum. Bu yüzden ilk maaşımı aldığım zaman rakama şok olup ertesi gün siz bana fazla para yatırdınız demiştim :) Maaşınızı istediğiniz banka hesabına yatırıyorlar. Yani spesifik olarak gidip onların istediği bankada hesap açmanıza gerek yok.

Mesai saatleri içinde telefon kullanımı ya da işiniz bitti biraz internette gezinme gibi şeyler burada yok. Yani elbet var da pek hoşlanmıyorlar. Çünkü ben sana saatlik ücretini internette istediğin şeyi aç oku, izle diye vermiyorum şeklinde bir bakış açısı var. Bu yüzden masa üzerinde telefon görmek pek alışılagelmiş bir durum değildi. Bir gün ofiste tüm telefonlar bozuldu ve bir önceki gün merkür retrosu başlamıştı. Ben de bir iş arkadaşıma merkür retrosundan dolayı olabilir falan dedim. Merkür retrosu ne diye sorunca hemen google dan bir yazı bulup mail attım. Yolladığı cevap şöyleydi; “Eve gidince bakacağım.” :)))) Şook oldum ve anladım ki insanlar iş saatlerinde gerçekten sadece iş yapıyor.

Soyisim benzerlikleri

Ofiste geçen birkaç haftadan sonra dikkatimi çeken bir şey vardı; soyisim benzerlikleri. Birbiri ile aynı soyisme sahip olan 8 kişi vardı. Hepsininki bir tesadüf olamazdı ama akraba olmaları da hiç etik gelmediği için ofiste kendimi yakın hissettiğim birine soyismi aynı olan insanları sordum. Birinin baba-oğul olduğunu, diğer ikisinin evli olduklarını, bir diğer kişinin de abi-kardeş olduğunu söyledi. Şaşkınlıktan ölecektim! Çalıştığım firma çok büyük sigorta şirketleri ile çalışan ve alanında iyi bir firma. İçerisi bildiğin akraba doluymuş. Bu bilgi beni şoka soktu. Böyle bir şey Türkiye’de bile genellikle kabul görmezken medeniyetler ülkesinde kabul görmesi beni tek kelimeile şaşırttı.

Avustralya’da referans aracılığıyla iş bulma

Buradan geleceğim nokta da tahmin ettiğiniz üzere referans ile işe alım. İstediğiniz kadar o ilanda gördüğünüz iş için uygun aday olduğunuzu düşünün, Avustralya’da da referans ile işe kolayca girmek mümkün. Burada firmalar üniversite mezunu olmanı şart koşmuyor. Elbette sadece üniversite mezunu çalıştıran yerler de var ama örneğin benim çalıştığım yerde insanlar çoğunlukla iş deneyimi ile bir yere gelmiş. Bir de bizde iş dağılımı keskin çizgilerle belirlenmiş oluyor. Ekonomi mezunu şu işi yapar, edebiyat mezunu şu işi yapar gibi… Burada bu konu çok daha esnek. Çok büyük beklentileri olmuyor. O yüzden de işe birini alacakları zaman önce şirket içinde tanıdığı olan var mı diye soruluyor. Her yerde bu böyle diye bir şey elbette yok. Fakat ben bunu deneyimledim.

Şirket içi aktiviteler & iletişim

Ofiste her ay bir gün barbie (Avustralyalılar BBQ’ye barbie diyor) günüydü. Öğlen yemeğinde terasta barbie yapılıyordu ve yemek ve içki eşliğinde o gün öyle devam ediyordu. İlk barbie yapıldığı gün sipariş edilen etlerin azlığını görünce bir diğer şaşkınlığımı yaşadım :) Biz de bu tip organizasyonlarda her şey bol boldur ya burada öyle değil her şey sayıyla her şey gramlı :) Bir de 2-3 ayda bir yaptıkları ofis dışı etkinlik oluyordu. Ben zaten 3 ay çalıştığım için sadece bir kere katıldım. Avustralya’da barefoot bowl diye bir oyun var. Bowling gibi ama açık havada, park gibi bir alanda yalın ayak oynanıyor. Bir akşam iş çıkışı hep birlikte bu oyunu oynamaya gittik ve ilk kez oynamama rağmen benim de içinde bulunduğum ekip kazandı ve böylelikle çift kişilik sinema bileti kazandım :) Bu tür etkinlikler bizim kültürümüzde uzar da uzar ya burada pek öyle değil. Oyun bittikten ve yemek yendikten sonra herkes dağıldı. Sanırım 2 saat falan sürdü tüm organizasyon.

Bu aktivitenin olduğu gün yine hayatımın şoklarından birini yaşadım. Bowl kulübünün sahibi şirket CEO’su kim bakalım tanışalım diye yanımıza geldi. İşte Richard’ı gösterdiler ve adam “OOO benim de adım Richard ama bizimkiler bana dickhead der dedi. (Lütfen dickhead’in anlamını bilmeyenler google’a bir sorsun) O yüzden sana da dickhead diyebiliriz heralde dedi. Sonra herkes kahkahalar falan attı. Bir ben şok. Sonra bizim ofistekiler de Richard’ı (CEO) hey dickhead Richard falan diyerek çağırmaya başladı. Gerçekten çüüş demek istiyorum. Tamam rahatsınız, tamam kültürünüz farklı tamam tamam tamam ama pardon da dickhead’li küfürlü konuşmak nedir. Sadece ofis dışında da değil buarada. Avustralya’da kadınlar da dahil ofislerde argo ve küfürlü konuşuluyor. Fakat konuşurlarken hiç kaba durmuyor. O fuck hemen hemen her şeyin sonuna iliştiriliyor. Düşünsenize çalıştığınız iş yerinde genel müdüre hey çük kafalı Ahmet, naber diyorsunuz? Tamam her kültüre saygı duyuyorum ama şu iletişim şeklini benimseyemiyorum.

Türkiye’deki iş deneyimim vs. Avustralya’daki ilk ofis deneyimim

Avustralya’ya ilk geldiğim zaman daha önceki iş deneyimlerime dayanarak burada çok rahat iş bulacağımı düşünmüştüm fakat sonrasında Avustralyalıların local deneyim konusunda ne kadar hassas olduğunu görmüştüm. Sonrasında bu işe girince “İyi ki o başvurduğum işlere kabul edilmemişim” diye düşündüm. Bunun da sebebini çalışmaya başlayınca anladım. Evet, benim Türkiye’de birçoğu uluslararası firmada olmak üzere 7 yılı aşkın üst düzey yönetici asistanlığı deneyimim olabilir ama ben burada kendimi yeni mezun gibi hissediyordum. Her şey farklı. En basitinden KDV burada GST diye geçiyor ve vergisiz bir çok şey var. Vergi oranları farklı. İstanbul’daki işimde bir faturayı kontrol etmek sadece bir-iki dakikamı alırken burada o fatura adeta bir tez ödevi gibi geliyordu. Bizde yanlış gelen zarf çöpe gider ya çünkü zaten postayı kullanmıyoruz. Burada bir başkasının adına gelen zarfı açmak suç :) Bu ve bunun gibi o kadar çok yeni bilgi vardı ki benim için orada 7 yılllık deneyimimi bi kenara bırakmam gerektiğini hissettim. Öğrenmem gereken çok şey vardı…

Yeniliklere açık kişiliğim…

Yeniliklere açık biri olduğum için yeni bilgiyi öğrenmekte de zorlanmıyorum. Evet, en başta telefonda insanları anlamakta çok zorlandım, 15 dakikada yapabileceğim bir işi 30 dakikada yaptım, benim için yeni bir sektörü bambaşka bir kıtada deneyimlemeye çalıştım ve bir dünya yeni prosedür vs öğrendim fakat tüm her şeyi öğrenip, rahatlıkla işi yapabiliyor hale gelmem 1 ay sürdü.

1 ayın ardından alışık olduğum pratikliğime geri döndüm. Artık defterime aldığım notlara bakmadan çalışabiliyordum :) İstanbul’daki şirketlerin volümü ile buradaki firmaların iş volümü çok çok farklı. Sonuçta 3,5 milyonluk bir şehir, 24 milyonluk bir ülke burası. O yüzden ilk başta “Ay ben bu raporu nasıl hazırlayacağım” dediğim işleri gözüm kapalı yapmaya başlayınca benim sorumluluğumda olan işleri çabucak bitiriyordum. İşleri bitirince ise o kadar çok sıkılıyordum ki! Yukarıda anlattığım sebeplerden açıp ilgimi çeken bir yazı vs de okuyamıyordum. Çünkü kimseyi iş dışında başka bir iş yaparken görmemişken kendim de buna uyum sağlamak istiyordum. Benden 4-5 saatte yapmamı bekledikleri işleri 1-2 saatte bitiriyordum. Tabii buna birkaç gün dayanabildim çünkü ben bir şey yapmayınca kendimi işe yaramaz hissediyorum. Bana boşuna para ödüyorlar gibi hissediyorum. Sonra gidip konuştum ve dedim ki ben çok sıkılıyorum. Çünkü işler hemen bitiyor. Benim sizin için yapabileceğim başka ne var? CEO yarı şaşkın yarı mutlu “Tamam, o zaman pazarlamadaki dijital reklamları sen yönet, hem zaten dijitale ilgi duyuyorsun” dedi. Bu fikir gayet hoşuma gitti. Benim için yeni bir iş. Pazarlama müdürü ile 1 saatlik bir eğitimden sonra şirketin Lindkedin, Facebook ve Google raklamlarını ben yönetmeye başladım. Fakat bu iş de öyle çok vaktimi almıyordu. Böyle olunca ben masa masa dolaşıp senin için yapabileceğim bir şey var mı demeye başladım insanlara. Yüzüme nasıl tuhaf baktıklarını size anlatamam. Birkaç kere birilerine destek oldum ama o da ofiste geçen vaktimi doldurmuyordu.

Yavaş çalışma kültürü

Melbourne hayatı keyifle ve yavaş yaşayan bir şehir. Farkettim ki bu çalışma kültürlerine de yansımış. Bizdeki gibi sıkı deadline’lar, bir işi hemen yapma, hızlı çalışma gibi şeyler burada yok. Yavaş çalışıyorlar. Yavaş çalıştıkları için de işleri bitmiyor. Öyle çok yoğunluk, son anda çıkan işler falan yok burada. Her şey neredeyse yıllık planlanıyor ve plana uygun bir şekilde işliyor. Yavaş ve sakin çalıştıkları için de herkes yoğun görünüyor :) Fakat ben bu çalışma kültürüne hiç alışkın olmadığım için işi yaymaya çalışmaya çalıştığımda da çoook sıkıldım. Mesela benden istenen bir iş oluyordu ve ne zamana elinizde olması gerekiyor diyordum, bitirdiğin zaman diyordu ve onların 2-3 günde bitirmemi öngördükleri şeyleri o günün sonunda teslim ediyordum. Yanlış anlamayın ben harikayım, çok iyi çalışıyorum demek istemiyorum. Hatta şunu demeye çalışıyorum o yavaşlığa ayak uyduramıyordum…

İşten ayrılmaya karar verdim

Yaptığım için kişisel anlamda beni tatmin etmiyordu ve Avustralyalıların yavaş çalışma kültürüne uyum sağlayamıyordum. İnsanların birbiri ile olan ilişkisi yok denecek kadar azdı ve çoğunlukla kendimi çok yalnız hissediyordum. Bizde yüzün asık olduğunda canım her şey yolunda mı sorusu burada ağlasan bile sorulmuyordu. Tüm işlerimi bitirdikten sonra boş boş masamda oturuyordum ve bundan artık çok sıkılıyordum. Sonra vaktimi ve enerjimi beni mutlu etmeyen bir şeye harcadığımı farkettim ve bunu kendime yapmamalıyım dedim. Neydi beni buraya, 15.000 kilometre uzağa getiren şey; mutlu olmak. O yüzden buna bir son vermeliyim dedim ve işten ayrılmaya karar verdim.

Sana sponsor olalım

Ben onlara işten ayrılmak istiyorum dediğimde CEO bana ben senden çok memnunum, sana sponsor olalım dedi. Şirkette çalışalı henüz 1,5-2 ay olmuştu ve ben bu teklifin karşısında şoka girdim. Çünkü Avustralya’da firmalar sponsor olmayı pek de tercih etmiyorlar. Sponsorluk da ne diye soracak olursanız bir vize türü. Firma kişiye sponsor olunca kişi o firmada minimum 2 max 4 yıl çalışmak zorunda. Sonrasında ise kalıcı oturum vizesine başvuru yapabiliyorsunuz. Yani ülkede kalıcı olmanın bir diğer yolu. Bu konu hakkında bir fikrim yok, nasıl olacak diye sordum. CEO da bunu sen bir araştır, biz de bakalım dedi. Bu teklif karşısında hem mutlu olmuştum hem de kafam karışmıştı. Mutlu oldum çünkü bu kadar kısa bir süre içerisinde yaptığım işi iyi yapabiliyor hale gelmiştim ve firma bu kadar kısa bir sürede bana sponsor olmayı teklif etmişti. Kafam karıştı çünkü ben burada çalışmak istemiyordum ki…

Düşündüm ve bu kadar sıkıldığım bir işte sadece bana sponsor olacaklar diye 2 yılımı heba etmemeliydim. Ben, beni mutlu eden, heyecanlandıran, keyif veren şeylerin peşinden gitmeyi seviyorum. Bu yüzden bu teklifi kabul etmedim ve ayrılmak istediğimi yineledim. Sonrasında kabul ettiler ama bir süre daha çalışmamı istediler. Ben de tamam dedim çünkü en azından bir bitiş tarihi vardı. Bu sürede tatile gittim.

Tatilden döndüğümde öğrendim ki birini bulana kadar 2 hafta daha çalışacaktım. Hem de kiminle biliyor musunuz? CEO’nun eşiyle!!!!! Yani birini bulana kadar bu pozisyonu CEO’nun eşi dolduracakmış. Lütfen söyleyin, şoklardan hangi şoku beğeneyim???

Kimisine göre

Öğrenci vizesi ile Avustralya’da kendi işinizi bulmak hiç ama hiç kolay bir şey değil. Bulduktan sonra ise bırakmak kimisine göre büyük salaklık. Çünkü böyle bir fırsat kaçmaz? İnsanlar yıllarca çalıştıkları firmaların onlara sponsor olmasını beklerken ben hiç beklemediğim ve istemediğim halde sponsorluk teklifi aldım ve onu da kabul etmedim. Bu da yine kimisine göre bayağı büyük salaklık. Hatta belki kimisine göre dikiş bile tutturamıyor olabilirim…

Fakat ben kendimi geliştiremediğim, sabah uyandığımda gitmek istemediğim, kendimi ait hissedemediğim, kültürüne uyum sağlayamadığım bir yerde ne vaktimi ne de enerjimi harcamak istemedim. Evren sonsuz kaynak ile doluyken neden benim için doğru bir yer olduğunu düşünmediğim yerde kalayım ki?

Benim ana motivasyon kaynağım her ne yapıyorsam iyi hissetmek. İyi hissetmediğim bir yerde durmak istemiyorum. Konfor alanından çıkabilmek kimisine çok zor geliyordur ama benim için hayatı yaşama şekli.

Geldiğim çalışma kültüründen bağımsız olarak ben yoğun olmayı, koşturmayı, sıkı deadline’lar ile çalışmayı, içinden çıkılmayacak problemleri çözmeyi seviyorum. Benim kişiliğim buna çok uygun, o yüzden bu iş kültüründe çalışmak benim zaten İstanbul’dayken de şikayetçi olduğum bir şey değildi. O yüzden Avustralyalıların çalışma kültürüne uyum sağlayamadım ve sevmedim. Belki evrenin bana yavaşla deme şekliydi ama iş konusunda yavaşlamayı beceremedim.

Bu yüzden 3 ay sonunda Avustralyadaki ilk beyaz yakalı işimden ayrıldım…

Son gün ofisten çıktığımda kendimi kuş gibi özgür ve hafiflemiş hissediyordum.

Bu his iş sahibi olmaktan daha kıymetli…

Peki, şimdi ben ne yapacağım?

Güney yarım küreden sevgiler

Avustralya ile ilgili diğer yazılar için aşağıdaki linklere tıklayınız.

Avustralya’da Kurumsal Hayat Part I 

Dünyaya tekrar gelsem nasıl bir hayat isterdim?

Konfor alanının dışına doğru çıkarken

Neden Avustralya’ya taşındık?

Avustralya’ya nasıl taşındık?

Avustralya’ya taşınmadan önceki son günler

Avustralya’da Yaşam: Yeni hayatımızın ilk günü

Avustralya’da Yaşam: Melbourne’da Geçen 2 Ay Part I 

Avustralya’da Yaşam: Melbourne’da Geçen 2 Ay Part II

Avustralya’da iş bulma rehberi: İlk işimi nasıl buldum?

Avustralya’da iş hayatı: Cafede geçen 3,5 ay

Evren Sesimi Duyuyor

Dünya Benim Evim’i Facebook ve Instagram hesaplarından takip edebilirsiniz.

Bunları da okumak isteyebilirsin
11 Yorum
  1. Aydan&Serkan Talaslı diyor ki

    Sevgili Öznur, yaşadığın deneyim orada yaşayabileceğim sıkıntıları gösterdi aslında bana. Çünkü bende birşeyi üretmediğim veya çözüme kavuşturmadığım sürece, yaşamın anlamını nediri sorgulamaya başlıyorum. Hele emek vermemek, ya da daha iyisini yapmak varken sıradan olmayı seçmek, slow motion hareket etmek….aman tanrım, kafayı yerim ben :))) çalışma hayatı anlamında adaptasyon sağlayabilecek miyim sorusunda beni düşündürdün. Demek ki enerjimi, hayalini kurduğum şeye harcayacağım orada… son on yılını HR & Event işinde geçirmiş biri olarak F&B’ye nasıl giriş yapacağız orada? Belki Serkan’ın başlayacağı restaurantta veya hotelde???
    Çok öpüyoruz ikinizi :)
    Sevgiler
    Aydan & Serkan

  2. Sena diyor ki

    Bugün yılın ilk ay tutulması var ve Başak burcunda “Vazgeçme! Bekleyebilen için her şey iyi sonuç verir.” yazısını okudum. Bu yazıyla senin yazının kesişmesi bir tesadüf olamaz:)

  3. Sülbiye diyor ki

    Enerjin, motivasyonların, hayata bakış açın… çok çok azı herkeste olsaydı dünya bambaşka olurdu.
    Yolunun tüm arzuladıklarınla kesişmesi dileklerimle Öznur :)

  4. Elif Burcu Özkan diyor ki

    Merhaba Öznur,
    Yazdıkların o kadar farklı ışık tutuyor ki bana tercihlerime. Ne istediğini bilen ve ayakları yere basan birisin. Hedeflerine ve istediğin gibi bir işte çalışamaya başlayacağına Eminim. İnşallah herşey çok güzel olacak :) Çalışma hayatımda 7. Yılım ve nefret ettiğim bir işte çalışıyorum. Bunu değiştirmek için de çaba sarfediyorum ama senin yazdıklarını okudukça yeterince çaba sarfetmediğimi anladım. Lütfen yaşadıklarını bizimle paylaşmaya devam et. Benim yoluma ışık tutmaya devam et :) Sevgiler

  5. Esma diyor ki

    Parti kurun oy verelim ❣😅

  6. ZeynepPi diyor ki

    Yazını okumaya başladığımda sanki birisi bogazimi sıkıyor gibi oldum ama sonlara geldigimde neden öyle olduğunu anladım 😁 İstanbul’da senin yaptığın gibi panik atak olacak derecede telefon 5dk calmayinca diger telefondan kendini arayan, mail dusmeyince bozuldu mu acaba deyip mail atan surekli kafamin meşgul olduğu işlerde yillarca çalışıp sonra daha sakin bir işe geçtiğimde aynı şeyleri yaşamıştım ve işten keyif almayıp ayrilmistim. Dediğin gibi is arkadaşları bireysel, herkes yayarak çalışıyor falan, insanlar şımarık bulmuştu beni işten çıktığımda.Sonra yine aynı yogunlukta
    baska bir işe geçtim ve kendimi, ailemi, herşeyi kaçırdığımı senelerin, mevsimlerin bile geçtiğini farketmedigimi anladım. Yeniden sakin bir işe başladığımda 1 sene sonra hamile kaldım yani 10 yıl sonra ve şuan bebegimle ilgilenmek icin evdeyim 1 yıldır. Kendimi sanki yeni mezun olmuş gibi hissediyorum,ailemi, kardeslerimi sanki yillardir gormemis, insan icine çıkmamış da dunyaya yeni inmiş, 2. hayatima yeni başlamış gibiyim. Tüm deneyimler için şükrediyorum çünkü bu anın kıymetini biliyorum artık. Senin de deneyimlemelerini merakla takip ediyorum, sevgiler.

  7. Fatih diyor ki

    O kadar akıcıydı ki yazının bitmesine üzüldüm açıkçası:)

  8. Elif diyor ki

    Kitap okur gibi okudum… çok güzel özetlemişsin. Bende Londra’da yaşıyorum bahsettiğin o bireyselleştirilmiş iş hayatını birebir her gün yaşıyor insan.. bazen iyi bir şey kimsenin seni sormayıp işine devam etmesi ama bazen gerçekten bir sohbete ihtiyaç duyuyor insan sonuçta gününün 2/3 orda geçiriyorsun… iyi ki çıkmışsın bence insanı mutlu etmeyen yerde 5dk durmak bile hata çünkü hayat çok kısa zaten.. umarım bundan sonraki hayatın ve kararların isteğin gibi olur… seni ve aileni daha mutlu ve özgür kılar :):)

  9. neslihan diyor ki

    Sevgili Öznur;
    mail kutumda senden yeni yazı mailini görünce heyecanlanıyorum ve ofise gelir gelmez ilk işim yazını okumak oluyor.
    ofis ortamın hakkında okuduklarım çok tuhaf gerçekten, hele küfürlü kısımında verdiğin örneğe çok güldüm. bazı kısımlar da çok şükür ya biz daha iyiymişiz bile dedim :) ama dediğin gibi biz koşturmaya, hemen o işi bitirmeye hatta bunun için mesailere kalmaya o kadar alışmışız ki sanırım ben olsam ben de o yavaşlığa alışamazdım.

    hayırlısı olsun :) merakla yeni işini, yeni tecrübelerini ve haberlerini bekliyoruz.

    İstanbul’dan selamlar;
    Neslihan

  10. SELDA diyor ki

    Öznur’cum, canım, işte hayatın formülünü bulmuşsun; seni mutsuz eden her şeyi bırakmak en doğru yol…
    yüreğinin sesini dinleyerek devam etsin yolculuğun….
    yeni yazın için beklemek, senden haberdar olmak için zamanın yavaş akması çok zor, heyecanla bekliyorum

    Sevgiler tatlışım….

  11. Kübra diyor ki

    Merhabaaa :)
    Yine bir yazınızı daha bir solukta okudum, her ne kadar uzun bir yazı deseniz de ; her zaman bi sonraki bölümü heyecanla beklenen dizi gibi oldu yazılarınız, bu çok güzel 🌸 Ayrıca sizi takip ettiğim ilk andan beri kişilik özelliklerinizin kendi kişiliğimle benzeyip benzemediğine dair şüpheye düşmüştüm ki ; bu yazı da ve paylaştığınız röportaj da bahsettiğiniz özellikler şüphelerimde haksız olmadığımı gösterdi ;) Aynı burç olmamız da bu benzerliğe bir sebep sanırım :) Ancak maalesef henüz sizin kadar cesur olamadım hayalleri yaşama konusunda ama olacak inanıyorum, belki bir gün yolum Avustralya’ya düşer de tanışmak kısmet olur 🌏bir sonra ki yazıyı iple çekiyorum mutlu mutlu günler diliyorummm..

Yanıtla Sena
İptal Et

E-posta adresin yayımlanmayacak.